20060403

bir huzur arayisi ve kozde sogan


Burasi Arnavutkoy; huzurun once kaybedildigi sonra bulundugu semt.
Farkettim de Istanbul benim icin oyle semt semt anilarin biriktirildigi bir yer degil, olamamis, on kusur senelik dort ayri eve sigdirilmis bir yasantiya ragmen. Hep soylerim, Ankara'nin kaldirim taslarinin renginde bile gizli olan acili eksimtrak, bir o kadar da hafiflik dolu anilar yumagini, Istanbul'da anca parayla alirsiniz ve de satarsiniz diye... Iddia ediyorum Ankara'da yer cekimi 9,8 degil, ya da Istanbul'da daha fazla. Istanbul'da her yola cikisim bir amaca yonelik oldu, sunu gormek, su olaya katilmak, sunu yemek, sununla bulusup sunu icmek VESAIRE.
Ama Arnavutkoy, baska simdi. Arnavutkoy'u cebimize sigdirabildigimizden sanirim, sanki sebepsiz gidebilirmisim gibi gelir bana oraya. Ne zenginlere, ne evsizlere, ne de barlarin kapilarindaki bar fedailerine ve park yeri degnekcilerine ait degilmis gibi.
Gecenlerde yine bir "n'apsak ki aksam"inda yolumuz dustu sahiline. Oylesine girilip atistiriliveren yemeklerden olsun diye yeni gozumuze carpan o "ocakbasi"nda, ocagin tam basinda yer actik kendimize. Bir orkestra sefiyle tanistim orada. Ocagin basinda, soganlarini, etlerini, domateslerini, biberlerini, mantarlarini inanilmaz cabuklukta hesaplarla pisirme, kozleme, sise takma, sisten cikarma, patlicanlarini siparise gore ayarlama islerini "ne eksik ne fazla" hallediveren, ayni zamanda ocak ustundeki malzemeyle ocagin kozunu komurunu yeterince ayarlayiveren yakisikli urfali genc sefimizle. El cabuklugunu, ocagina "su bizim etleri atsana sefim" diye ocagina mudahale eden kendini bilmez musteriye "ayarliyorum" derken mimikleriyle aktardigi "or'da dur!" mesajini verisindeki olgunlugunu ve sikintisini, bir yandan etrafindaki garsonlari gozleriyle idare ediverisini izlemekten kendimizi alamayinca biz, hafifce utaniverdi ve jest olarak bize mantarlardan gonderdi. Biraz iltifat edince iyice utanip bakislarini ocagina dikti, gulumsemesini bastirmaya calisarak ve hizini iki katina cikararak. Bu ustayla disarida, izin gununde karsilassam diye dusundum, yanyana oturup -ornegin kaktuste falan- hayatini bu kadar merak eder miydim, ilgi duymak bir yana kurt siveli turkcesinden sakinmayip kendi hayatima dahil eder miydim diye... Bu sefi ne kadar "cok" tanidigimi dusundum, yillarca santiyelerde onun akranlari emekcilerle kavga dovus is yaptirmaya calisirken, meslegin ilk yillarinda her ellerine gecen firsatta cinsel cagrisimli laf atislarina en kabadayi karsiliklarla savunma yapmaya calisirken ve bir yandan da kadinlik duygularimin incinmemesine calisirken, ne onlar merak etti benim "ne verebilecegimi" kendilerine, gercek anlamda, ne de ben istedim tipik sivelerine, sofralarina, kirli ellerine sakladiklari gecmislerine dahil olmayi. Onlar "onlar"dı, ben ise "ben", kabaliklarini asmak zorunda olan, kiroluklarini gormemeyi isteyen, onlarla hayati ille de paylasmayan. Sonra dusuncelerim ucustu havada, ictigim sarapla ustanin sizma zeytinyagli, sumakli kekikli kozde soganinin kokusu karisti. Sohbetimiz costu bir yandan, hafiflestik, cocuklastik. Cikarken gozlerimizle gulustuk orkestra sefiyle; bir daha gorusmek uzere, hadi hoscakal...

2 comments:

celerone said...

Bu yazı düşündürdü. Yanyana yaşayıp, ille de hayatı paylaşamıyoruz doğru. Belki de nasılı bilmediğimiz için, belki korktuğumuz belki korkutulduğumuz için. Belki böyle olması, kutuplar, siyah beyazlar, bizden büyük ve kontrol edilmesi zor birşeylerin işine yaradığı için.

Eline sağlık,

hera said...

celerone, tam da bu noktada iste, siyah beyaz kadar net bir zıtlıkla tarif ediyorsak haletimizi ne yazık diye dusunmemek elde degil, guneydoguda siyah kim, kim simdi beyaz acep...